VİDEO HABER: Metin İçin…
Gülnur Özfer Görgün’ün 31 Ekim 2022 Tarihinde aramızdan ayrılan Metin Görgün için kaleme alıp, nostaljik fotoğraflardan oluşturduğu video sizlerle…
Metin için…
Günlerdir üzerimde bir bulutla dolaşıyorum. Zaman zaman gözüm bir boşluğa takılıp öylece dalıp gidiyorum. Birileri arıyor ya da mesaj atıyor; “Gülnur daha iyi misin?” diyor… Hayatımda belki ilk, belki de ikinci kez “İYİ DEĞİLİM” diyorum.
İyi değilim gerçekten…
Çok fazla çok ağır çok yüklü geldi bu gidiş…
Ölümün de iyisi olur mu dersen
İnsan ölür evet, ÖLÜR.
Kalpten ölür, kanserden ölür, beyin kanamasından ölür, kaza geçirir ölür, hastalanır ölür…
Ama bu seçimin…
Ama bu gidiş biçimin…
Günün hangi saati geleceğini bilmediğim sessiz göz yaşları süzülüyor yanaklarımdan…
Haberini aldığım günden beri kalp ekosu gibi inişli çıkışlı bir grafik çiziyor ruhum…
Bir an tepede bir an en dipte…
Düşünüyorum, belki de kendimi iyi etmek, inandırmak için beynime diyorum ki;
“Metin kendinden vazgeçmeye karar vermiş, böyle bir veda seçmiş, saygı duyman lazım!”
Ama olmuyor be Metoşum, olmuyor saygı maygı duyamıyorum.
Üzüntü ve öfke kardeş çocuklarmış meğerse…
Çaresizliğine,
Kendine böyle bir ceza vermene,
İçinde kopan fırtınaları tek bir kişinin bile sezememiş olmasına,
O kocaman kalabalıklar içindeki yalnızlığına,
Ve seni bu karara iten her şeye!
Son 15, belki 20 yıldan fazladır kısa ayaküstü sohbetler ya da kısa mesajlaşmalar dışında neredeyse hiç uzun uzadıya eski zamanlarda olduğu gibi ağdalı sohbetlerimiz olmadı.
En son Coco’nun cenazesine koşup gelmiştin, hatırlıyorum.
Yan yana olmasak da;
Biliyordum ki oralarda bir yerlerdeydin işin-gücün, ailen, arkadaşların…
Sağlıklı sıhhatli, enerji dolu, konuşkan, her zamanki gibi şen şakrak ve komik.
Ulaşmak istediğimde basit bir telefon mesafesindeydin.
Yani yaşıyordun, hayattaydın işte…
Şimdi yok olduğunu söylemek, kendi isteğinle veda ettiğini ifade edebilmek ve bunu içimde kabul edebilmek ne kadar zor, ne kadar üzücü bir bilsen…
Çünkü sen hayatı, yaşamdan keyif almayı belki herkesten çok sevdin
“Sen vaz geçsen bile ben asla vaz geçmem.” derdin.
Böyle biri, nasıl olur da bu noktaya gelir?
Düşündükçe beynim yanıyor.
Bugün tam üç hafta bitti
31 Ekimdi o talihsiz haberi aldığım gün.
İçimde kanayan büyük bir yara, üzüntü/sevinç gibi çok yoğun duygular varsa onun bir şekilde dışarı çıkması gerekir bende. Bunu sen çok iyi bilirsin daha önce de sana yazmışlıklarım vardır hem de çok…
Bu belki benim kendi tedavimi yapış biçimimdir, bilemem…
Çünkü ağlarım yazarım, gülerim yine yazarım.
Bendeki seni, sadece ben bilirim belki biraz da sen…
Seni yazmazsam, sana veda etmezsem olmazdı…
Yazdıklarım yazabileceklerimin yüzde biri belki çünkü onca yıl ne buraya ne de kitaplara sığar…
Senin gidişinle hayatımda 40 yıl öncesinin bir sis perdesi aralandı adeta…
18 yaşım, 20’li 30’lu yaşlarım hafızamda geriye attığım koskocaman yirmi yıllık bir dönem…
Yani yaşamımın neredeyse üçte biri.
O yaşlardaki biz.
Anılar, fotoğraflar, hikayeler ve bu hikayelerde bize eşlik eden kişiler, sevdiklerimiz, beraber olduğumuz o insanlar.
Karta basılı siyah-beyaz ya da renkli tüm fotoğrafları bilmem kaç yıl önce taramış, dataya bir yere atmıştım. Bir kaç gün önce çıkardım o datayı, taktım bilgisayara 1981-2002 arasını aradım, yaşanmış anları tekrar anımsamak istedim.
Tek tek baktım her klasöre, her döneme…
Suratlara, ifadelere, ortamlara ve pek çok şeye…
Bir ağladım, üç güldüm.
Neyi buldum o fotoğraflarda biliyor musun; çocukluğumuzu, gençliğimizi, yetişkinliğimizi ve her anı voleybol dolu hayatımızın en saf en masum en bozulmamış hallerini. Günlerin gülümsemeyle atraksiyonla geçtiği o aktif dönemler.
Çocukça eğlenceler, evde, çevremizde nice arkadaşlar.
Ve her biri anlam taşıyan nice mekan:
Emirgan, Kuruçeşme, Çayhan Apartmanı ve Pürtelaş Sokak…
Burhan Felek, Hasnun Galip, Veteriner Fakültesi Salonları…
Beylerbeyi, İdealtepe ve Moda…
İzmit, Ereğli, Bıçkı/Yeşil Yayla Köyü…
Köşen, Beşiktaş’ta o köşedeki Köşk Pastanesi, Koza, Nokta ve Tarabya’daki Kıyı…
Anadolu Hisarı, Spor Akademisi, İstanbul Üniversitesi…
Eskişehir, Konya, Antalya, Samsun, Trabzon neredeyse tüm üniversite deplasmanları…
Türkiye Şampiyonlukları, kutlamalar;
1987, 1988, 1989 ve 1990…
O diyar senin bu diyar benim Beach Volley kumpanyaları; Teos; Canib’in oteli, Ataköy, Florya, Kalamış, Maltepe en çok Alanya Kleopatra Plajı, Çeşme, Marmaris, Akdeniz ve Ege’nin neredeyse tüm kumsalları…
Dört ayaklı çocuklarımız; Pamuk, Misi ve Eros
Coşkun hanım, Mahmut bey
Kibariye hanım ve Kenan bey
Ve adını sayamayacağım kadar çok arkadaş, eş dost…
Sana ne diye hitap etsem?
Mıncık Mamun, Pınza, Sunta, Kari, Meton, Metoş, Mettone hepsi senin adın aslında…
İyisi mi en çok kullandığımı seçeyim…
Çünkü benim için Metoş’sun sen.
Yıl 1980, Ekim ayı olsa gerek.
Dolmabahçe’den İnönü Stadyumu’na doğru yürüyoruz tüm sporcular. Galatasaray Kulübü’nün 75. yıl kutlama törenleri var. Arkada erkek takımına yeni gelenlerden biri; kıvırcık saçlı, mavi gözlü, uzun burunlu bir tip hiç durmadan konuşuyor, espriler patlatıyor, sonra gruptan kahkahalar kopuyor. Bir sezon önceki takımdakileri kötü bir şekilde yolladılar diye ben bu yeni transferlere zaten en baştan ön yargılıyım, sanki onların suçu varmış gibi…
İlk izlenim işte sana böyle hafif gıcık olarak başladı…
Hasnun Galib’in sanki bir denizaltından açılan tahta kapağından binanın tepesinde bulunan, camlarından soğuk rüzgarların üfürdüğü salonda önce biz, sonra siz antrenman yapardınız. Bizim antrenmanın sonuna doğru idmana erken gelen üçünüz beşiniz bizi izlemeye çıkar, yandan kısık sesle şamata yapardınız.
Bazen Turgay abi bize servis atın ya da maç vurun diye birkaçınızı sahaya davet ederdi.
Maçlar başlayınca, siz bizim, biz de sizin maçlarınızı izlemeye, tezahürat ve destek vermek için Burhan Felek’e gider gelir olduk. Ben de böylelikle bir tık ısınır oldum bu yeni erkek takıma. Hepimiz üç aşağı beş yukarı aynı yaş aralıklarındaydık.
Fikir kimden çıktı bilemem ama o sene, yeni yıl akşamında hep birlikte olalım dedik. Tıkınma malzemelerini paylaştık, herkes bir şey alacak ya da bir şey yapacaktı. 31 Aralık 1980’de Nur’un anne ve babasının Tarabya’da tepelerde bulunan mini evinde onlar alt katta, bizler de çatı katında toplaştık.
Amanın ne curcuna ne eğlenceli bir yılbaşıydı o… Oyunlar oynadık, danslar ettik, tepindik, bol bol tıkındık.
Ama aklımda en çok kalan, sen ve İlker’in birbiri ardına fıkraları patlatıp bizleri gülme krize tutmanızdır. Sen daha doğaçlama takılırken İlker hazırlıklıydı. Ceketinin cebinden 1’den 100’e belki de 200’e kadar numara ve sözcük yazılı bir kağıt çıkardı. Biz oyun gibi bir rakam söylüyoruz o da kağıda bakıyor, karşısındaki hatırlatma sözcüğünü okuyup, başlıyor makine gibi anlatmaya…
O gece bitmedi tabii, genelimiz hiç uyumadı sabaha kadar. Belki bir iki kişi koltukta sızdı şimdi hiç hatırlayamadım orasını. Zaten o tarihte gece sokağa çıkma yasağı da vardı, kısaca herkes kaldı o evde. Yasak biter bitmez sabahın ilk ışıklarında “Eee haydi Emirgan’a gidelim, kahvaltı yapalım” olduk. Sanırım bu fikir Kolombo’dan çıkmıştır içimizde en harbi Emirganlı olan oydu zira… Hoş ikimiz de sonradan Emirgan’ın müdavimi olduk ama o başka…
1 Ocak 1981 günü sabahın körü, o ayazda o soğukta sokakta tek bir Allah’ın kulu yok. Doluştuk bir İETT otobüsüne geldik Emirgan’a Mehtap Gazinosu’na. Garsonlar var mıydı yoksa gelip açmalarını mı bekledik bahçede onu çok hatırlayamadım.
Ama cümbür cemaat muhabbet hız kesmeden devam etti, orada da espriler havada uçtu. Siz bir süre sonra toparlanıp antrenmana gitmiştiniz çünkü Enver abi çok severdi bu yeni yıl sonrası toksin atma antrenmanlarını… Bereket bizim antrenmanımız yoktu, Turgay abi es geçmişti bu bölümü, evlere dağıldık.
Böylece gerçek anlamda arkadaş olduk. Sezon başında hepinize hissettiğim kızgınlıktan artık eser kalmamıştı. Maçlar, antrenmanlar, gırgır muhabbet… Ben o yıllarda henüz lise son sınıf öğrencisi, sen de Spor Akademisi’nde birinci ya da ikinci sınıfta olmalısın.
Maçlar bitti, bahar geçti, yaz geçti, tekrar sezon açıldı. 1981 Eylül ayının sonlarına doğru yine top yekûn Fatih ve Serap’ın düğünündeydik. Danslar ettik, eğlendik.
10 Ekim 1981’de hepimizde anısı olan Emirgan’daki Köşen’e gittik işte o günden sonra başladı bizim ikili arkadaşlığımız.
Başlangıçta ben yine ön yargılıydım, kısa süren bir şey olacağı düşüncesindeydim;
“Bu adamla insan ne konuşur, olsa olsa sadece gırgır şamata..” dedim kendi içimden. Ama günler ilerledikçe hiç de öyle olmadığını anlamam uzun sürmedi. Fırlama karakterinin içinde voleybolun dışında pek çok konuda da karşılıklı fikir alışverişine bulunabileceğim bir adamın varlığını keşfettim.
Antrenman, maçlar, deplasmanlar ve kırmadığımız sürece okul/üniversite dışında hergün her saat birlikteydik artık… Ve çevremizde giderek çoğalan bir arkadaş öbeğiyle tam da gençlik yılları armonisi gibiydi. 1,5 yıl kadar sürdü bu birliktelik.
1983 geldiğinde hayaller kurmaya başladık; İtalya’da okumak, voleybol oynamak, yaşamak nasıl bir şey olurdu dedik ve şansımızı denemeye kadar verdik. Eee peki benim bir erkek arkadaşım olduğunu bile bilmeyen babam Mahmut Özfer’e bunu kim, nasıl anlatacaktı? Başımızı alıp nasıl gidecektik?
Bir kış günü, Şubat ayı olsa gerek, Beşiktaş’ta Köşk Pastanesi’nde oturuyoruz akşam üstü bir vakit. Durdun durdun “Evlenip gidelim Gülnoşum, o zaman izin mizin almamıza gerek olmaz. Hem de hemen, Martta falan evlenelim.”
Komik adamın evlenme teklifi de böyle komik oluyor işte… Biz daha “evlilik” sözcüğünün “E” harfini bile aramızda hiç telaffuz etmemişken şaka gibi plan yaptık iyi mi? O gün eve döndüğümde anneme; “Ben Metin’le evlenip İtalya’ya gideceğim, üniversiteye de orada devam edeceğim” dediğimde annem inanmaz suratla; “Kızım konuş, konuş heyecanlı oluyor” cinsinden gülümsedi. Böyle bir şeye kalkışacağımıza o bile inanmıyordu.
Ama kurallarımız vardı, tabii daha çok benim kurallarım demeliyim zira sen her türlüsüne razı olurdun. Bende “evlilik de neymiş” düşüncesi hakim. Öyle gelinlik, damatlık, düğün dernek, klasik gelin damat muhabbeti… İyisi mi ailelerimize pek söz hakkı vermeden kendi gücümüzle ne yapıyorsak biz yapalım, onları da hiç karıştırmayalım bu işe dedik.
Dedik de, ben 21, sen 22 yaşında. Üniversiteler henüz bitmemiş, iş-güç yok, cepte para yok, Galatasaray’dan aldığımız dul yetim maaşlarımızla bunu nasıl başaracaktık?
Hemen gazete iş ilanlarına bakmaya başladım, iki-üç tanesini kestim. O dönem yeni yeni revaçta olan plasiyerlik ilanlarından birisi bizi Tokatlıyan Han’daki Galeri Çetin’e götürdü. Orada da çok değerli Çetin ağabeyi tanıdık, huzurla uyusun çok yıllar oldu yaşama veda edeli.
Ve aynı gün başladık pazarlama satış işine… Önce tanıdığımız iş yerlerine, çalışanlara sonra tanımadıklara yani bilinenden bilinmeyene gibi bir şey…
10 ay taksitle giysiler, nevresimler… Senedini yap, Çetin ağabeye götür, yekûnun %10’unu nakit olarak al. Bundan iyisi can sağlığı… Bizden sonra da çok arkadaşımız yaptı aynı işi, Hakan, Rabo, Tatü hatırladıklarım.
Böylece özellikle babama göstermelik kiralayacağımız evi hemen tuttuk, eşyalarımızı, tencere-tava, tabak-çanak ne varsa onları da aldık. Hatta Bodrum’a yaptığımız balayı tatilini, İtalya yolculuğunun tüm masraflarını bile hep o iş sayesinde kazandık.
Senin ailenden bir buzdolabı, benimkilerden de sadece bir televizyon kabul ettik. Onun dışındaki her şey işte o kısa sürede tam istediğimiz gibi kendi emeğimiz, kendi çalışmamızla oldu.
Evlilik tarihi senin dediği gibi Mart olmadı ama 25 Mayıs 1983’te Beşiktaş Evlendirme Dairesi’nde evlenmiştik işte… İsteme faslını, Mahmut beyin karşısında nasıl heyecan içinde renkten renge girdiğini, boncuk boncuk ter döktüğünü ve babamı ikna turlarını hiç anlatmayayım zira o da ayrıca bir başka trajikomik hikaye…
Hemen aynı yıl Haziran ayında yaptığımız İtalya maceramızı ve sonrasını biraz daha aşağılarda anlatmaya çalıştım ama 3 ay sonunda, Ağustos’ta Türkiye’ye dönüş yaptık ve burada kendi ülkemizde yaşamımıza devam etme kararı verdik.
Yani bizim resmi serüven 1983’te başladı, 15 yıl kesintisiz devam etti. 1998’de noktayı koyduk, evleri ayırdık, 2002’de de resmen boşandık ama birbirinin iyiliğini, mutluluğunu isteyen iki eski arkadaş olarak kalmayı başardık.
Sen iyi insandın Metoşum; etrafına ailene, yeğenlerine, eşine dostuna, arkadaşlarına ve çevrendeki tanıdığın herkese çözebileceğin hatta çözemeyeceğin konularda bile yardım etmeye çalışırdın. Hani her gidenin arkasından “iyi insandı” denir ya öyle değil! Sen harbi “iyi” sıfatını hak etmiştin. Yoksa inan ne Burhan Felek ne de o camii avlusunda birbirinden farklı kesim ve jenerasyondan oluşan onca ahali seni uğurlamaya gelmezdi. Bir şekilde hepsine bir değmişliğin vardı, bunun 20 yılında olanların birçoğuna ben şahitlik ederim.
Kabına sığmayan bir enerjin vardı, uçlarda dolaşmayı severdin, adrenaline bayılırdın. En dik kayaların arasından atraksiyonlar yaparak atlar, kara pistlerden korkusuzca kayardın. Hayatı da eğlenceyi de muhabbeti de ta dibine kadar gelişine yaşardın. Ruhun o gün nereden eserse, ne isterse onu yapardın, olağanüstü hayal gücün vardı ve hep olumluyu çağırırdın. Sorumluluk pek sevmezdin, arada dürtmek hatırlatmak hatta daha da ileri giderek kontrol etmek gerekirdi seni…
Rüzgarla savrulmayı severdin sen yanında seni toparlayan, güçlü bir karakter varsa bu rüzgarı bir nebze de olsa durdurmak mümkün olurdu, aksi durumda sen zaten mıknatıs gibi çekerdin, herkesi inandırırdın kendi doğrularına.
Yetenekliydin hem de çok… Neredeyse her spor dalında…
Profesyonel bir futbolcu gibi çalımlar atarak futbol oynardın, basketbolda, keza masa tenisi de öyle. Hep iddialıydın, müthiş bir özgüven sahibiydin. Uludağ’da kayağı ilk ayağına taktığın gün zirvedeydin, sonra kafayı tenise taktın onun da en iyisini başardın. Sörfü de denedin, su kayağını da, dalgıçlığı da…
Voleyboldaki kabiliyetinden söz etmem gerekirse…
Tırnaklarınla kazıya kazıya, hiç vaz geçmeden hiç yorulmadan çok çalışarak nasıl yukarıya tırmandığına da gün be gün tanık oldum.
“Ben voleybolu çok sevdim, oynamaktan büyük keyif aldım, bir de üstüne bana maaş verdiler. Beş para vermeseler ben yine oynamak isterdim. Sevdiğin işi yapmak, bundan daha büyük şans olabilir mi?” sözü senin deyişindir.
Atletiktin, süratliydin, tazı gibi koşardın. Yaz kondisyon çalışmalarında takımdaki birçok genci sollayarak hep önde giden üç kişiden biriydin, kaytarma nedir senin defterinde yazmazdı. Kimse sana söylemese de Spor Akademisi’nin o soğuk salonunda kendi kendine duvarda tek başına bilek/manşet/servis antrenmanları yaptığını da bilenlerdenim. Çalışırdın, olmazsa ya da beğenmezsen yine çalışırdın, “Nasıl yapamıyorum” diye hırslanırdın, olana kadar devam ederdin. Hep başarıya odaklıydın, asla vazgeçmezdin, sonuna kadar bırakmazdın.
Bu disiplinli duruş senin genel karakterinden çok, sadece voleybola özgüydü…
Yaz dönemi adeta yer gibi paket paket sigara içerdin. Sezonu açtığınız gün o paketi buruşturur; “Eğer tek bir nefes çekersem başarısız olayım!” diye kendini şartlardın. İnançlıydın, hafta sonu çok önemli maç varsa “Benim Cuma namazına gitmem lazım!” deyip hatta tüm takımdakileri ve Enver ağabeyi bir güzel inandırıp hepsinin izniyle antrenmandan çıkıp koşa koşa gider dua eder, şansın yanınızda olmasını dilerdin.
İnanılmaz çabuk, teknik bir adamdın. Allah vergisi bileğin ve 1.88 boyla en çok blok yapan orta oyunculardan biri olmanı, blok zamanlamana ve ayak çabukluğuna bağlıyorum.
Pako’yla ısınırdınız, Burhan Felek’te tam da seyircinin önünde… Gösteri ikilisi gibiydiniz. Top hiç yere düşmeden smaç-manşet nasıl oynanır buyurun izleyin cinsinden. Vur baba vur, abuk bir yere kandırmalı plase tık nokta manşet, anında kalkıp süratle geriye açılma. İzleyenler gayet iyi anımsar, bu iki adam bir kaç dakika sonra sanki maç oynamayacaklarmış gibi nefes nefese ısınırlardı.
İlk zamanlar gözlerin uzağı görmezdi ama buna rağmen gözlük de takmazdın bu nedenle manşeti bir anyaya bir konyaya alırdın. Enver abi de haliyle devamlı olarak oynatmazdı seni. Tabii bugünkü gibi libero mibero hak getire o zamanlar.
Sonra duyduk ki lens diye bir şey çıktı. Bozkurt o zamanlar Cerrahpaşa’da asistan. Gittik senle. Koca koca aynalarda gösterdiler nasıl takılacağını denedik, sonra ısmarladık geldi lenslerimiz. O zaman yumuşak lens yoktu harbi sert lenslerdi, tükürükle tak cinsinden yani. Ben pek kaybetmedim ama sen çok hem de ne çok kaybettin, hatta Aksaray’da Lensan’daki adamla kanka bile olmuştun bu nedenle…
Galatasaray Adası’na bir gün yüzmeye gittiğimizde, suya balıklama atladın bir çıktın lensler yok. Bir başka sefer maçın ortasında yere düştü sandın basıp kırmamak için bloğa komik komik sıçradın yanında galiba İlker vardı, durumu ona söyleyince birlikte maç içinde Enver abiye çaktırmadan parkenin üzerini elinizle yoklayıp aramaya başladınız. O tuhaf durumu anlayıp “Abi abi ne oluyor!!!” diye mola alıp fırçaya başladığı sırada fark ettin ki lens gözünde bir kenara kaymış öylece duruyor.
Bilmem kaç kez gittik Aksaray’a lens almaya… Ben diyeyim 30 sen de 50 belki de daha fazla… Ama o lensler senin voleybolunu değiştirdi, basamak atlattı çünkü artık görüyordun. Servis karşılamada nokta manşetlerin, müdafaanın kralı işte hep o yıldan sonra ortaya çıktı. “Meğerse manşet alabiliyormuşum” dedin kendi kendine.
Takımca totemleriniz olurdu. Burhan Felek’te hep aynı oda alınırdı. Eczacıbaşı ile köşe kapmaca gibi bir durumdu bu. Bir keresinde kimdi Aziz abi yoksa Ünal abi miydi saatler önce o soyunma odasını kapan?
Viki tribünde hep aynı yere, günlerdir değiştirmediği uğurlu kazağıyla otururdu. Oldu da bir gıdım yanlış yere oturduysa Ahmet sahadan görür kafasıyla doğru koltuğu işaret ederdi.
Galip gelinmişse aynı taksilere aynı kişilerle binilir, gece yürüyüşleri bir önceki gün olduğu gibi aynı kişilerle hatta aynı konuşmalar yapılırdı. Eğer sözünü unutan varsa söz gelimi İsmet; J hemen kendisine hatırlatılırdı. Cumartesi gecesi vitrinin camına beyaz perde indirilmiş olsa da aradan bakıp o konuşmalar yapılırdı. Evet hatırladın değil mi 1989 Ankara’da şampiyon olduğunuz o final gurubu maçları…
Siz içerde, biz dışarda kocaman teşkilat olarak kalbimizle, tezahüratımızla hep yanınızdaydık. Maç sonucu galibiyet ya da mağlubiyet, biri sevinçten biri üzüntüden genelde iki duraktan birinde biterdi. Ya Koza ya da Rumeli Kavağı’ndaki Nokta. Hımm önemli bir maçı aldıysanız adres değişir, top yekûn Kalamış’a giderdik. Maç kritikleri, şımarmalar, “cimbom” sesleri arasında gelsin jumbolar, ıstakozlar, rakılar…
Şampiyonluklarda mekan elbette ki farklı olurdu…
Unutamadıklarımdan bir tanesi: İstanbul’un kara kışa teslim olduğu, köprüde karşı yakaya geçişin bile sınırlandırıldığı gün. 7 Ayı; sen, ben, İbrahim, Ayşe-Osman, Ünal abi ve eşiyle birlikte bizim bordo Serçe içine tıka basa doluşarak İdealtepe-Bağdat Caddesi güzergahını takip ederek kaya kaya taa Tarabya’da bir tavernaya gitmemiz vardır. Köprüde polisler izin versin diye ağzından girip burnundan çıkıp tüm sevimliliğinle izini koparmıştın. Sene 1987 miydi tam emin olamadım ama sanki Arzu Iraz’a hamileydi öyle kalmış aklımda…
Sen de ben de seyahati severdik. Arabamız olmadığı dönemlerde birçok otostoplu yolculuklarımız olmuştur. Ama kabul et en büyük macera 1983 Haziran’ında yani evlendiğimiz sene tırla gittiğimiz İtalya macerasıdır. Çadırımız, sırt çantalarımız, matlarımız ve uyku tulumlarımızla… İnterrail ile o şehirden bu şehire; Trieste, Milano, Venedik, Roma, Vatikan, Floransa, Siena ve bilmem daha neler. Bende hala duruyor biliyor musun o trene biniş defterlerimiz.
Hım hatta arada bir Udine’de A2 takımıyla antrenmana çıkmıştın, adamlar seni beğenmiş sonra da bizi yemeğe götürmüşlerdi. Para pul, ev, araba maraba bayağı bir anlaşmıştık aslında…
Sonra Sena geldi, gezilerimize başladık. Como’da çadır kampinginde başımıza toplaşan “Bu Türkler ne yapıyor” diye gülüşen İtalyanlar. Gece yağmur bastırınca bizim cücük çadır yamulunca adamların nezaketi… Ayyy bir de Floransa’da Ponte Vecchio ve Uffizi Meydanında senin masaj yapma girişimine ne diyeceksin?
“Vieni Vieni!” diye çığırtkanlıkla müşterileri toplaman ve tam karşımızda kahkahalar içinde bize bakıp konuşan Türkleri görünce yabancı numarası yapmamalarımız…
Ayy neler çıktı hafızamın heybesinden… Neler neler?
Ama sen bana göre daha rahatı severdin. Öyle çadır-madır, kur-topla, yemek-bulaşık, su taşı tüp taşı biraz eziyetli işlerdi haliyle… Ama ben çok istiyorum diye hiç kırmazdın bazen küçük serzenişlerin olsa da yine şahane atılırdık bu maceralara…
Bir de Kenan ve Nurdan ile yaptığımız Akdeniz-Ege seyahatimiz, onu da hiç atlamayalım. İlk arabamız, 1963 model mavi Woswos’umuzu aldığımız sene 1984 müydü? Evet evet fotoğraflara baktım öyleymiş. 1985 bahar aylarında “Rektifiye yaptırdım, cillop gibi oldu” dedin, hepimizi de inandırdın.
Böylece “4 fil bir “Herbie” arabaya onca bagajla nasıl sığar? Nasıl tatil yapar?” tanımının tam versiyonu olduk. Tepemizde bir portbagaj, üstünde babamın mağazadan aldığımız dört koca şezlong. Arkada ben ve Nurdan, ön tarafta Kenan’la sen. Ver elini Antalya Konyaaltı, oradan vur Fethiye, Ölüdeniz, Kaş, Kalkan, Marmaris… Ayy Kaş’ta o daracık virajlı yolda debriyaj teli kopuk kaplumbağa nasıl giderse öyle gittiydik…
Hazır laf “Mavi Herbie” mize gelmişken onun maceralarını da burada yazmazsam eksik kalır, üzülür.
“Ehliyeti İstanbul’dan almak zor, ben iyisi mi İzmit’ten daha kolay alırım” dedin. O zaman Kayhan abi de Eternit’te mi çalışıyordu. “Tamam oğlum” demişti. Araba var, ehliyet yok öyle ehliyetsiz ehliyetsiz kullanıp duruyorsun ve her seferinde sınavda sözlüden çakıyorsun. Renk körü değilsin ama şu an adını hatırlayamadığım bir başka göz hastalığı var çünkü renkleri ayırt edemiyorsun.
Renk testinden geçmen için birlikte evde renkli yün çileleriyle antrenman yapıp duruyoruz; kahverengine yeşil ya da yeşile mavi demen çok olası. Bu ehliyetsiz araba kullanma faslı sanırım 1-2 sene falan sürmüştür.
Kaçak sürücü konumundan ehliyetli sürücüye geçtin geçmesine ama bu sefer Woswos’lu komik hikayeler çoğaldı. J
Aslında o arabaya binen herkesin bir macerası vardır. Ön koltuğa oturduysa kesin kez gaz pedalına bağlı ipi arada çekmek, sağ kapı kolundan iple el frenine bağlı kapıyı tutmak zorunda kalmışlardır. Enver ağabeyi hadi anladım da Erdoğan Teziç ağabey nasıl olur da bu tuzağa düşüp senin yan koltuğuna oturmuştu. Şu an yazarken o günü anımsayıp gülümsüyorum biliyor musun?
“Abi abi öldürecek bu adam bizi!” devamında tabii ki Enver abinin noktalı küfürleri.
Sileceklerdeki ipi tutmak mı dedin?
Yok o sadece sana ve Kolombo’ya has bir özelliktir. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda cin fikrinizle sileceğe bağladığınız ipi sağa sola çekmeleriniz sayesinde ben arkada taa Silivri’ye gidene kadar zaten şifayı kapmıştım. Bereket dönüşte beni Şükran teyzemin etli ve şefkatli kollarına emanet ettiniz. Çorbayla, limonla, ilaçla iki günde ayağa kaldırdı beni. Ah Şuşum ah hepimizde ama özellikle sende ve Burhan’da çok emeği vardır onun, bir de Osman Paşa’nın annesi Naciye teyze ve Mako’nun… Bekarlık zamanlarınızda Galatasaray’dan aldığınız dul yetim maaşı yetişmeyince Kolombom ne yapsın aç kurtların karnını doyurmak için istikamet doğru Şuşu mutfağı…
Şükran teyzem kalmıştı bir tek, o da gitti bu sene. Eğer gittiğin bir yer varsa seni çok ama çok seven anneciğin Kibariye hanım başta olmak üzere, Coco ve Şuşu sarmalamışlardır seni. Onların olduğu yerde sen hiç aç kalmazsın bilirsin hepsi bol kepçe lokantası gibidir ama yanlışlıkla annenin “Onu da bunu da ye” ısrarları olursa korkarım Ramazan’da iftara çağırdığı cami imamı gibi mide fesadına uğrayabilirsin.
Köprü ortasında en az bir iki kez sen direksiyonda ben arkada Woswos’u itme çabalarımızı da unutamam. Arabanın ön kaputu uzun bir süre macunlu olduğu için her polis çevirmesine yakalanırdık. Bilmediğimiz için “Allah Allah bu adamlar küt diye onca araba arasından bizi seçiyor” derdik.
Sen yine her zamanki tavırda spor çantanda cüzdanını arar gibi yapıp, çaktırmadan Galatasaray formalarını ortalığa dökerdin durumun daha gerçekçilik kazanması için.
“Tüh şimdi maçtan/antrenmandan çıktım, cüzdanı orada unutmuşum, ehliyet de içindeydi” diye yalanın hazırdır zaten. Polis Cimbom’luysa bu sefer muhabbetin seyri değişir ve sen genellikle ikna ederdin ama tam tersi olduğunda, yani Fenerliye çattığın zamanlar da çoktur.
Bir maç dönüşü Şenesenevler’de arabanın o skoda tekerlekleri nedeniyle yan devrilip metrelerce kayması ve senin içinden bir denizaltıdan çıkan kaptan edasıyla çıkışın, toplaşan insanların “hop hop” diye omuz vermeleriyle düzelip yola devam etmen. Eve geldiğinde hiç bir şey olmamış gibi her zamanki komikliğinle bunu bana ve babana anlatman sonra bir anda 39 ateşle yanıp, yatıp uyuman ve ertesi sabah her günden daha canlı maça gidişimiz…
Fedakardın, cömerttin, sevdiklerin için akan suları durdurur, olmazı olur yapardın.
Müthiş bir muhabbet yeteneğin vardı, sevimliydin sohbetinle yılanı da deliğinden çıkarırdın. Süslü/abartılı anlatma ve ikna kabiliyetinle o işi yapmayacağım ya da almayacağım diye diyen birine kolaylıkla satabilirdin. Yani çok iyi bir pazarlamacı ama bana göre para/puldan anlayan ticari zihniyette bir adam hiç değildin.
Voleybolu bıraktıktan sonra basın tarafından da hizmet ettin Türk Voleyboluna. Camiadan hiç ama hiç kopmadın. Köşe yazarı olarak da yorumcu olarak da çok net tarafsız doğru tespitler yapardın. Hiçbir zaman insanları yermek değildi maksadın, daha iyi olmaları için dip nottu çabaların.
Kağıt oyunlarını severdin, akşamları toplaşıp oynardık kimi zaman. Ama hep bir şeyine oynardık. En çok da Ali’de dondurma ya da sahlep ısmarlamacasına… Hakan ve Rabo’yla Ohel, Kezbanımız Yüco ve Sema’yla King, Esra ve Birol’la da Kanasta, King, Pişti diye aklımda kalmış… Ama sen kumar oynamayı, casinolara gitmeyi de severdin, fişi sadece fiş olarak görür para olduğunu pek fark edemezdin.
Dalgındın, dikkatsizdin, unutkandın…
Hep bir yerlerde; en çok cüzdanını, arabanın anahtarını, çantanı. Kimi zaman spor ayakkabını, formanı, hatta pasaportunu. Ahh Ahmet’tir bunu en çok bilen, seni toparlayan. Bazen randevunu, verdiğin bir toplaşma sözünü ya da sapacağın yolu… Benzinciye girip, sonra ters yöne devam ettiklerini de söylemeliyim; Ankara’dan bana Marmaris’e gelirken Tavas yolu muydu ne? Bilmem kaç km gitmiş, sonra geri dönüp gelmiştin, ne çok merak etmiştim. Eee tabii haber vermek için cep telefonu yok ki o yıllarda…
“Çok severim, canım” derdin ama sevdiklerini de aramayı unuturdun. Ben bazen hatırlatmak amacıyla “Anneni, Engin’i aradın mı? Niye ihmal ediyorsun” diye söylensem “Gülnoşum sen merak etme, görüşünce kaldığımız yer neredeyse oradan devam ederiz.” derdin. Ve tam da dediğin gibi olurdu. Zaman, mesafeler vız gelir tırıs geçerdi seni. Dün ayrılmış gibi aynı samimiyetle sarılırdın, onlar da sana… Çünkü kalbinle yaklaşırdın arkadaşlarına, çevrendeki dostlarına.
Bazen sana; “sen halk adamısın” diye takılırdım. Gerçekten de öyleydin, koca kalabalık içinde bir anda grubun ilgi odağı olurdun. Arkadaş, aile, eş-dostun dışında bakkal, manav, videocu, büfeci, garson, trafik polisi, berber, taksici anında kankaların haline gelebilirdi.
Komiktin harbi komik. Girdiğin her ortamda başlardın konuşmaya anlatmaya… Hatta anlattıkça açılır, sazı harbi eline alırdın valla İlker bile zorlanırdı seni durdurmaya. Ne mi anlatırdın? Ne bileyim her şeyden; voleyboldan, hayattan, siyasetten, fıkralardan, hikayelere millet her seferinde kırılırdı. Bayılırlardı senin muhabbetini dinlemeye ev her zaman dolup taşardı, bitmeyen çay başlardı kaynamaya.
Bazen başkalarının hikayelerini bile sen yaşamış gibi anlatır, -mişli geçmiş bile kullanmazdın. Ben doğrucu davut kıvamıyla her seferinde “Bu senin hikayen değil ki” diye uyardığımda “Üçüncü şahıs olarak anlatırsam, dinleyenlere aynı keyfi vermez, üstelik Kolombo’nun hikayesi de Ahmet’in hikayesi de anlata anlata artık benim gibi oldu.” derdin gülümseyerek.
Dans etmeyi, eğlenceyi, çal patlasın vur oynasın durumlarını acayip severdin ama tercihin kalabalık pistler değildi çünkü showmen özelliğin vardı, elin kolun bacağının rahat oynaması için sana geniş alan lazım olurdu.
Her türlüsünden hem de taa çocukluğundan beri…
Kazaskadan, Twiste, göbek havasından halaya, Sirtakiden Salsa’ya, çökertmeye… Alanya Bellman Bistro’da Mami ve Tenten Ali’yle yaptığınız ayı dansınızdan Hakan ve Engin’le yaptığınız bacak attırmalı dansa varıncaya kadar.
O dönemlerin meşhur piyanist şantörlü tavernalara giderdik. En çok da Emirgan’daki Köşen. Burası Hakan’ın mekanıydı aslında, babası Hidayet amca orada olduğu akşamları ayarlar bizlere hiç birşey söylemeden “Haydi bu akşam Köşendeyiz” derdi. Her seferinde bir bakarız, küt Hido damlar; “Merhaba çocuklar, iyi eğlenceler” der bizlerle selamlaşır, arkadaşlarıyla olan masaya geçerdi.
Biz yer içer oynar, sonra da hesabı isterdik. Aaaaa küt “Hidayet bey hesabınızı ödedi.” Nası yani mani derken Hido oradan hepimize bir selam çakar, el sallar “Afiyet olsun çocuklar” derdi.
Bu bir oldu, üç oldu ben tabii ki söylenmeye başladım; “Olur mu her geldiğimizde Hidayet amca burada, onca kişinin hesabını ödemesi olmaz çok ayıp.” Sonunda Hakan’dan itiraf geldi meğerse o çaktırmadan Hido’nun Köşen’e rezervasyon yaptığı günleri takipteymiş, aynı akşam bizleri de gaza getirmesi tesadüf değil harbi babasına tuzakmış. Eee hepimiz öğrenciyiz ya “Babam nasılsa öder diye bizleri toplayıp götürürmüş iyi mi?
Ayyy bu Hakan çok alem adamın tekidir yav.
Her yılbaşı programını o yapar. “Arkadaşlar müthiş bir okazyon buldum, bu yıl şuradayız.” Bize tabii ki yuppi demek düşerdi, maksat eğlence olsun biz dünden hazırız. Ama içlerinde en unutulmazı Şile Baraz Otel’de geçirdiğimiz salonun ortasında ördek soba eşliğinde olanıdır. Tarih 31 Aralık 1982’ydi… Baştan sona anlatsam çok uzun sürer ama bu da çok gülünç bir hikayedir. Sabah kalktığımızda her yer lapa lapa karlıydı ve senin yine antrenmanın vardı…
Ayrıca Akıntıburnu’ndaki rum tavernası. Hımm kimdi oradaki şarkıcı Alex miydi ne? En çok Şebo severdi. Kalabalık gruplar halinde gider, bir güzel eğlenirdik. Kimler yoktu ki; Tütü-Saygun, Belgin-Ertan, Sibel-Cem, Emel hoca-Abdullah hoca, Ayşe-Osman, Şebo-Nedim, Ayol-Burhan bu genel kadro idi, kimi zaman bazıları eksilir bazıları isimler katılırdı.
Hepiniz bir arada oldunuz mu sen de direk ortama uyar, içtin mi küfelik içerdin, duru hiç biriniz bilmezdiniz. Muhabbet devam ettiği sürece şişenin dibi gelmezdi. Sonra bir de evlerde devam edilirdi.
Tıkınma muhabbet demişken Koza’da dükkan kapandıktan sonra Kolombo’nun mutfağa girip yaptığı gece yarısı pastırmalı muhabbetini de atlamayalım. Tıksırana kadar yesek de onun tadı bir başka olurdu. Şamandıralar hazırdır, bir anda hurra ekmekler tavanın içine atılır pastırmalı yumurta kim vurduya gider, piranhalar gibi bir anda silip süpürürdük.
Benim bir tezime göre hepimiz günün birinde Koza’da masanın üstüne kafaları koyup ağzımızdan yemekler fışkırırken mide fesadından gidecektik…
Sesin berbattı ama ritim kulağın vardı. Darbuka, davul, trampet ne varsa vurmalı çalgı çalabilirdin. Hatta o kadar çok ısrar ettin ki İdealtepe’deki o minicik salonumuzun tam köşesine kırmızı gövdeli bateri almana “eh” dedim. Fakat bir başladın mı değil evin apartmanın üst katlarında bile durulamaz bir ses çıkarırdın. Ve kısa bir süre sonra ritim mutlaka 4-8’lik göbek havasına dönüşürdü. Çocukken İzmit’te Kibariye hanımın tencere-tavalarıyla bu işe ısındığını nasıl da gülerek anlatmıştın. Hatta tıs sesini bulamayınca onu uyarman; “Anne sen şimdi tısss diyeceksin ona göre!” diye kadıncağızı maymun etme hikayelerin şu an bile bu satırları yazarken hafif bir gülümsemeyle aklımda…
Hımm o kırmızı bateriyi ne yaptıydık? Evet evet Ercan’a, hep birlikte Bozcaada’ya gittiğimiz hafta sonu oranın belediye orkestrasına armağan etmiştik. Bilmem bunca yıldır duruyor mudur?
Sonsuz bir hayal gücün vardı, kafan hep pozitife çalışırdı. Film izlemeyi de kitap okumayı da severdin, o konu üstünde tartışmayı da.
Her zaman çok şanslıydın, küt diye park yeri ya da bir gösteride en iyi yeri bulurdun. Sana söylemeden Milpa’dan bir Serçe arabaya girmiştim, taksitleri 50 lira mıydı neydi, benim ödeyebileceğim miktarda yani. Taksitler 12-24 ay falan… Her ay kura çekiliyor ve belli sayıda insan arabasını alıyordu. Ama çıktığında peşinat vermek gerekiyordu. Sen durumu öğrenince bana aynen şunu söyledin. “Gülnoşum biz şanslıyız, bak görürsün küt diye araba çıkar o zaman ne yapacağız, peşinatı nasıl ödeyeceğiz transfer parasını almaya 3 ay var.”
Ve dediğin gibi de oldu, senin şans benim şans birleşti işte bir Serçemiz oldu.
Okula gitmeyi ders çalışmayı, kısaca sıkıya girmeyi hiç sevmezdin, rahat adamdın. Burhan seni yataktan kaldırıp üniversiteye götürmeye kalksa “Benim dersim yok!” diye onu kandırmaya çalışırdın, oysa ikiniz de aynı derslere giriyordunuz.
Hom hom Buri tek başına taa Küçükyalı’dan Anadolu Hisarı’na gitmektense kendine yeni bir taktik geliştirdi.
O iki göz bekarlık evinizde, dışarı çıkıp zili çalardı, sonra da “Ooo Gülnur hoş geldin” diye seni kandırdı. Sen de bunu duyunca hemen fırlardın yataktan ama kapıda pis pis sırıtan Hom Hom’u bulurdun. Hazır kalkmışken söylensen de küfretsen de akademiye doğru yola revan olurdunuz.
Uykucuydun harbi uykucu… Hele o Beylerbeyi’ndeki ilk evde harbi rutubet vardı. O kokudan mıdır nedir ben de sana uymuştum bir türlü kalkamazdık o yataktan. Spor akademisi uzaya uzaya en sonunda 7 yıla çıktı. Son senende 1 dersi; voleybolu bıraktıydın askerliği geciktireyim diye…
İyi ki de ötelemişsin çünkü askerde yaşadığınız o Dünya Şampiyonluğu bambaşka lezzetli bir şeydi. 1987’de Ankara’da, taa tepelere kadar hınca hınç seyirciyle dolu Atatürk Spor Salonunda yaşattığınız o gurur unutulmazdı. 1.80-1.88 boy ortalamasıyla Ordular Arası Dünya Şampiyonu olan o pigme takım adeta bir teknik dersi vermişti gelen ülkelere…
Toplam 8 ay sürdü o askerliğin; Romanya’da kamp, Ankara’da kamp ve Dünya Şampiyonası, 15 gün ödül izni, milli takım kampı, Universiade, hemen peşinden Akdeniz Oyunları, Avrupa Kupası’nda Galatasaray ile iki yurt dışı maçı. Neredeyse tüm askerlik boyunca hep eşofmanlar üzerindeydi, sadece 15 gün er üniforması/postal giydin bunda bile ranzanın üzerine çıkıp söylendin.
Ediz, Tamer, Ahmet ve tüm takım/asker arkadaşların hatırlayacaklardır o hallerini…
Demin Küçükyalı dedim, Burhan’la oturduğunuz toz topakları halindeki o pis bekar evinizi yazmazsam olmaz, sopalarla o topakları tuta tuta temizlemiş, paklamıştık ortalığı el birliğiyle. Biz olmasaydık sizin temizleyeceğiniz yoktu valla. Bir de Burhan’ın bir leğen içinde suya bastırdığı o pis kokulu çamaşır rutubet kokusu evin doğal kokusu gibiydi artık.
Sonra kavgalarınız, masayı bölüp hiç konuşmadan küçük çocuklar gibi küs küs kahvaltı etmeleriniz. O bir Muhlis Bey olarak sokak köpeklerinin korkusundan Bostancı’dan eve yürümek için 112 Beşiktaş-Bostancı otobüsünden senin inmeni beklerdi. İnmedin mi jetonlu bir telefon kulübesinden akşam akşam beni arardı. “Nerede Metin?” derdi. Paralelden telefonu açan babam, akşamın bir vakti bana gelen bu telefondaki sesten kıllanır; “Kim bu adam seni niye arıyor bu saatte?” diye çıkışırdı. Sanırım uzun bir süre erkek arkadaşımın Buri olduğunu sandı.
Biz antrenmanlar dışında hep Emirgan’daki Mirgün kahvede otururduk, orası ikinci adresimiz gibiydi. Sonra binerdik otobüse ben Kuruçeşme’de sen de Beşiktaş’ta inerdin. Şaka gibi ama Beşiktaş’a varınca ayrılalı daha yarım saat olmadan, büyük salondaki kırmızı telefondan beni arardın.
Annem; “Az önce bu çocukla birlikte değil miydiniz? Ne diye arıyor, haydi kızım bir an önce kapat sen birazdan baban gelecek” derdi.
Yani ilk günlerden son günlere kadar hep anlatacak, konuşacak şeylerimiz vardı. Bitmezdi hiç…
Bazen de Bostancı’ya gitmeye üşenir direk Engin, Gözlük Engin’in yaşadığı Pürtelaş Sokak’taki evlerine giderdin. Orası da birbirinden renkli simaların olduğu komik ötesi bir apartmandı. Hayır, hayır oraya girersem çıkamam. Hatırladıklarımı sadece kısa notlar halinde yazsam; Burhan’dan hamsi tava partisi, yine Burhan’ın vapur düdüğüyle yarışması, Hakan’ın battaniyesi, üst kat komşusu Cengizhan&Çarlistonları, Burhan, sen ve Engin’in 12 Eylül askeri darbenin olduğu sabah sokağa çıkma yasağına rağmen top oynarken önce karakola, sonra da Hasdal’a gidişiniz, tabii ki özellikle Engin’imizin o çok değerli saçlarının kabak hale dönüşmesi… diyelim yeter şimdilik.
Birlikte geçirdiğimiz o gençlik yılları gerçekten eğlence treni, bir karnaval tadındaydı.
Şimdi bu yazıyı sonuna kadar okuyanlar “Karnaval gibiymiş, peki hiç kötü bir şey yok muydu?” diyeceksiniz…
Vardı, olmaz mı? Ama böyle derin bir ölümün ardından hep güzeller kalır aklımızda.
Biz seninle, sevinci de mutluluğu da acıyı ve üzüntüyü de paylaştık. Ve bu uzun süreç içinde elbette ki kavgalar, tartışmalar da yaşadık.
Hele ki 20’li yaşlarımızda yani bu evliliğin en başlarında kişiliğimizi oluştururken çok kez çarpıştık ama birbirimizi incitmedik, hakaret etmedik, mümkün olduğunca taze korumaya çalıştık. Kimi zaman küstük çocuk gibi, karşılıklı surat astık. Ama sen her zaman benden daha yufkaydın küskünlüğü hiç uzun sürdüremedin, bir yolunu buldun ortamı hep yumuşattın.
1990’ların sonuna doğru ilerlediğimizde tükettiğimiz şeyler vardı ama 1998’deki sarsıntıyı yutmam mümkün değildi. Bu nedenle ikinci kez açılmayacak kadar sıkı sıkı kapadım o kavanozun kapağını.
Kavanoz yere düşüp çatlamıştı ama içinde yaşananlar, anılar, hikayeler öylece duruyordu. Karşılıklı küskünlüklerimizi söyledik, ağladık, zırladık, o upuzun yaşamı saatler boyunca gözden geçirdik, hatalarımızı ve atladıklarımızı…
Arkadaşça, dost olarak kalabilmemiz, tedavimiz bir süre aldı ama başardık biz bunu.
Bu sana bir Veda yazısı Metoş’um
Seni unutmak hiç mümkün değil…
Çünkü çok izler bıraktın bu yaşamda…
Seni seven kimle bir araya gelsem biliyorum ki söz sonunda sana gelecek…
Seni anacağız, seni anlatacağız birbirinden renkli komik hikayelerini, anılarını…
Bir anda dalıp gideceğiz geçmişe, taa o günlere…
Biliyorum ki göz yaşları da süzülecek da yanaklarımızdan ama daha çok gülümseyerek hatırlayacağız seni…
Sen;
Güzel, keyfince, istediğin, hayal ettiğin gibi yaşadın…
Şahane başarılar, çok mutlu anlar tattın…
Hoş bir seda bıraktın bu dünyada…
Ruhun huzur bulsun.
Seni seven gençlik arkadaşın, oyun arkadaşın; Gülnoş’un.
21 Kasım 2022 Pazartesi